Günlerdir yaşadığımız yüzgeç çıkartan nemli havaların ardından gelen bu serin yaz akşamında, patlamış mısır tadında bir şeyler karalamak istedi canım sizin için. Öyle ağır ağır, aşka meşke giresim yok. Bugün hafif takılacağız.
Neden romantik komedi?
Konumuz romantik komediler. Yerli yabancı, yeni eski fark etmez. Neden romantik komedi izliyoruz? Neden sekiz bin beş yüz kez 1970’lerde çekilmiş Türk filmlerini izliyoruz? Ya da neden, her yaz sezonu başlayan ve sadece hoş ve boş vakit geçirtmek için tasarlanmış olan yaz dizilerini izliyoruz?
Bize hiçbir katkısı olmayacağını bile bile bugün artık neredeyse parayla verseler almaya razı olacağımız zamanımızı, neden bunlara yatırıyoruz?
Çünkü hayal ettiğimiz hayat onlarda saklı
Çünkü hayat çoğunlukla toz pembe değil, çünkü gerçek hayatta fabrikatör amca gidip fakir aileden özür dileyerek onlarla birlikte pazarda karpuz dizmiyor ve konuyu benim köşenin konseptine de bağlamam gerekirse çünkü aşklar çoğunlukla mutlu sonla bitmiyor.
İşte bu yüzden hâlâ inatla o romantik komedileri ve yaz dizilerini izliyoruz. Tamamen ihtiyaçtan yani.
O filmlerin sonunda bir şirket CEO’suyla bir hayat kadını sevgili olabiliyor mesela. Aşk engel tanımıyor. Kimse kimseyi yarı yolda bırakmıyor. Seviyorum deyip de sırra kadem basmıyor. Balıkçı güzeli Azize’yle garson Şopen sonunda mutlaka kavuşuyor ve insanlar küçük, mütevazi hayatlarının içinde mutlu mutlu yaşayabiliyor.
Bir ferahlık, bir yalancı sevinç, bir buçuk saatlik bir mutluluk insanların hayatlarının üzerindeki o puslu havayı dağıtabiliyor. Oturduğumuz yerden bedava mutluluk, neden izlemeyelim ki sonuçta?
No Prozac, No Xanax, Yes Romantic Comedy
Sırf bizim insanımıza özgü bir durum da değil. Sex and The City kaç sezon oynadı hatırlatmama gerek var mı? Dünyadaki kaç kadın kendini Carrie, Samantha, Charlotte ya da Miranda ile özdeşleştirdi? Wikipedia’da sayfaları olan karakterler bu hanımlar, lütfen hafife almayalım. Siz gerçek bir bireysiniz ama sizin yok mesela.
Bu take away kahveler falan hep onlardan yadigar, çünkü Amerikalı kadınlar güne kahveyle başlar, e zaten biz de doğuştan Amerikalıyız malum. Bu arada seyredenlerle hiçbir alıp veremediğim yok, ben de keyfimin çok da yerinde olmadığı zamanlarda ya bilmem kaçıncı kez Sex and the City ya da Friends izlerim. Çünkü hafifler, iyi geliyorlar, kafa dağıtıyorlar ve hâlâ ısrarla ve hâlâ bıkmadan gülüyorum onları izlerken.
“Kendi hayatının senaryosunu yazamayıp kendi hayatını yönetemeyen insanların bu palavralarla mutlu olması büyük trajedi” diyerek bitireceğimi sanıyorsanız büyük yanıldınız, hiç de demeyeceğim.
Aksine, kafanız bozuk, içiniz sıkışıkşa bir tane Prozac ya da Xanax alacağınıza iki bölüm romantik komedi ya da bir Emel’le Tarık patlatın, bir şeyciğiniz kalmaz, diyeceğim.
Şimdi benim yapacağım gibi.
Sevgilerimle,
Seda Çağlayan